12 Ekim 2007 Cuma

Felsefe-Bilime Ramak Kalmışken

TÜRKLERİN DÜŞÜNCE TARİHİ ve FELSEFE-BİLİM

Şaban Teoman Duralı
( Kutadgubilig Dergisi, Sayı: 1)

SUNUŞ

"Kimim, nereden geldim ve nereye gidiyorum?" sorusuyla yüzleşmiş milletlerin önünde zaman, geçmişten geleceğe doğru kopmadan uzayan, içerisine katdığı olayları geri dönmezcesine başka hâllere dönüştüren bir akış, onları bir sona doğru sürükleyen bir devrandır. Zamanı anlamak, bugünü anlamlandırmak ve yarını görmek amacıyla geçmişe yönelmeği gerektirir. Buradan elde olunarak zamanı yekpâre idrâk eden bilinç, olayları, âdî vakalar olmaktan kurtarıp onları, kendilerinde saklı bulunan emâreleri okunabilen değerli birer belge hâline dönüştürür. Mezkûr emâreler, millî kimliğin tayîn olunması ve olayların anlamlandırılmasının yanı sıra, bir medeniyetin temel direkleri durumundaki din, dil, ahlâk, felsefe-bilim, bediîyât ve zanaat gibi müesseselerin takvîye edilip geliştirilmesi yahut çağın ruhuna uygun bir biçime kavuşturulmasında önemli iş görürler. Medeniyetlerde görülen bütün sıradışı atılımların gerisinde bu bilincin; bütün vahim hatâların da altında ondan yoksunluğun yatdığını söylemek mübâlağa olmaz. Bahis konusu bilinci araştıran bir çalışma olarak Felsefe-Bilime Ramak Kalmışken, daha önce yayımlanmıştı (Felsefe Bilim Tarih, İstanbul 1991). Önemine binaen "Kutadgubilig Felsefe-Bilim Araştırmaları Dergisi" tarafından Türk okurunun dikkatine yeniden sunulmaktadır.

Kutadgubilig

"Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında;
Yekpâre, geniş bir ânın
Parçalanmaz akışında"[i]

Türklüğün Menşei ve Felsefîleşmiş Medeniyet

Bir kültürün varabileceği en üst orun, felsefîleşmiş medeniyet seviyesidir.

Yalnızca Doğu ile Batı medeniyet camiâlarındaki kültürlerden kimisi mezkûr seviyeye erişebilmiştir. Batı medeniyetleri camiasından İslâm medeniyetinin mensubu olan alışılagelinmiş Türk kültürü de bunların arasındadır.

Tarihî kimliğini Milâdî yıllara değin gerisin geriye izleyebildiğimiz Türklüğün, Hunluktan geldiğine ilişkin iddialar vardır. Bu tarihi M.Ö. İkinci yüzyıla, Hiong-nulara değin geri götüren görüşler bile söz konusudur.[ii] İşte bu bağlamda En eski Türklerin (Proto-Turcs), Sarmatlar ile İskitlerle dahî akraba olabilecekleri düşünülmüştür. Hiong-nu siyâsî birliğinde yer alan ve Çinlilerin T'u-kiyu dedikleri bu boy, zamanla Tür-ük (çoğulu da Türkük) adıyla anılır olmuştur.[iii] Tarihte Türk adının kaynağını oluşturan T'u-kiyular, 552'de kendilerini yönetenlere karşı ayaklanıp Orta Asyanın kuzeyini ele geçirerek geniş topraklara hükmeden bir devlet kurmuşlardır. Birliğini ancak kısa süre sürdürebilmiş bu devlet doğu ile batı olmak üzere ikiye bölünmüştür. İlkin Doğu devleti 681'de, ardından da Batı 744'de Basmil, Karluk ile Uygur Türklerince ortadan kaldırılmışlardır.

İşte felsefileşmiş medeniyetin esasını, zeminini oluşturan yazıya dayalı bildirişimde bulunan Türk tarihinin ilk ve en eski kültür basamağına doğu T'u-kiyular (Göktürkler) yerleşmiştir. Dirimsel (biotique) çevrenin yanında bir de yepyeni, eşi benzeri bulunmayan ve 'kültür' denilen ortamın meydana getirilişi 'insan oluş'la iç içe bir süreçtir. Bu yepyeni ortamın temelinde din vakıası yatar. Jean-Paul Roux'ya göre, doğu T'u-kiyuların yazıtlarında da öncelikle işlenen din konularıdır. Başka bir çalışmamızda belirttiğimiz üzere, teknik anlamıyla felsefe-bilimin menşei olan 'bilgelik', önemli oranda dinimsi, yânî efsâneyle ilgili uğraşılardan kaynaklanır.[iv] Böylelikle daha ileriki tarihlerde, kuzey Moğolistanda Orhun ırmağının yatağından çıkarılmış yazıtlarda, düpedüz dinî olanların yanında bilgeliğe ilişkin konuların da işlenmiş olduğu görülmektedir. Bunların en eskisi 581de Bugut tarafından ortaya koyulmuş olandır. Sonra, Göktürk veziri ve komutanı Bilge Tonyukuk'un 725’e tarihlenen 62 satırlık, Kül Tiğin'in 732’ye tarihlenen 72 satırlık ve nihâyet Bilge Kağan'ın 735’e tarihlenen 89 satırlık yazıtları Türk düşünce tarihinin ilk kayda değer düşünce verimleridir.

Doğu T'u-kiyuların tersine batıdakiler, zengin yazılı malzeme bırakmadılar. Ortaya çıkarılanlar da Talas vadisindeki taş yazıtlar ile başka maddelere yazılmış metinlerdir. Doğu ile batı T'u-kiyular, etkilendikleri dış kaynaklar bakımından da birbirlerinden ayrılırlar. Doğulular daha ziyâde Çin medeniyetiyle ilişkide bulunmuş oldukları anlaşılmaktadır. Batı T'u-kiyular ise öncelikle Tibet üzerinden Hintten ve Maverâünnehir yoluyla İrandan gelmiş etkilere açık kalmışlardır.[v]

Batı T'u-kiyular (Göktürkler) yerlerini Türk tarihinin ikinci ana merhalesi sayılan Uygur Türklerine bırakmışlardır. Uygurlar da İran üzerinden Orta Asyaya uzanan Soğdak yazı dilinin etkisinde kalmışlardır. Öteden beri hayvancılık ve zanaatcılıkla (özellikle demircilikle) geçinen Türkler, Uygur devrinde artık tam anlamıyla irfân[vi] hayatına intisâb etmişlerdir. Bu vakıada daha Göktürk devrinde Çinliler ile Tibetlilerin Türklere ulaştırdığı Burkanlığın (Buddhacılığın) önemli etkisi vardır. Hintli Şehzâde Siddharta Gautama'nın -nâmıdiger, Buddha, M.Ö. Beşinci yüzyılda vucuda getirmiş olduğu ve zamanla din boyutlarına erişmiş bulunan Burkancılık, kısmen kendi yerli inançları çerçevesinde yaşayan Türklere M.S. Beşinci yüzyılda vardığı tahmin olunmaktadır. Güney Çin’de Vey adıyla hâkimiyetlerini kuran Tabgaçlar (T'o-pa), 400’lerin ortalarında Burkancılığı devlet dinî olarak ilân etmişlerdir. Daha sonraları Çin hükümdarı 500lerin ikinci yarısında pâyıtahtı Çang-nan'da Türkler için bir Burkan tapınağı inşâa ettirmiştir. Yine bu dönemlerde Hintten, Çinden ve Tibetten gelen bilge keşişlerin Türkler tarafından hüsnükabul görmüş oldukları bilinmektedir. Mezkûr devirde kaleme alınmış Bugut ile Bumin Kağan yazıtları da bu yeni inanç düzenini benimsemekte olan Türklerin o zamanki ruh hâletlerini yansıtmak bakımından ilgi çekicidirler. Sözünü ettiğimiz ruh hâletinde toplumca sıkıntısı çekilen bir ikiliğin izleri açıkca görülür. Soylular ile yetkililerin bir bölümü bu yeni inanç düzenini benimserken, halkın neredeyse salt çoğunluğu Göktanrıyı, yânî Tengriyi esas alan ata yâdigârı iytikâtlara inatla bağlı kalmıştır. Devleti yeniden ayakları üstünde doğrultmak niyetindeki Bilge Kağan, surlarla çevrili şehirler kurdurmuş ve bu arada Burkancılığa eğilim göstermiştir. Ne var ki, vezîriâzam Tonyukuk, "Burkan ile Lao Çe, insanlara yumuşaklık ile alçakgönüllüğü telkîn etmeğe çalışmaktadırlar; dolayısıyla bunların, savaşcılık erdemiyle uyuşmadıkları bildirilmelidir" diyerek Burkancılığa karşı yeğinlikle tavır almıştır. Nitekim faal oluşlarının ve savaşçılıklarının, Türkleri yalnızca Burkancılık, Taoculuk, Manicilik gibi mistiqueliğe alabildiğine ağırlık veren öğretileri toptan benimsemelerini önlemekle kalmayıp tarihleri boyunca onları felsefe ile bilime götürecek bir düşünce disiplinine ayak uydurmaktan da alıkoyduğu ileri sürüledurulur. Aşırı hareketlilikleri ile savaşçılıkları Türklere milâdî yılların başlangıcından bu yana Eski dünya denilen Avrasyada ayak basmadık yer bırakmaması, onların, düşmanlarla dolup taşan ortamlarda tek başlarına kalmalarına yol açmıştır.[vii] Bu da yapıp ettikleri ve bıraktıkları olumlu eserlerin pek çoğunun gözden ırak tutulması sonucunu yaratmıştır. Öncelikle de bir milletin en önemli başarısı sayılan düşünce ürünlerinden Türklerin tamamıyla yoksun oldukları hep öne sürülmüştür. İlk bakışta insanda Türk tarihinin düşünce ürünlerinden yoksun bulunduğu izlenimi gerçekten de uyanmıyor değil. Bunun böyle oluşunun ana nesnel nedeni, başka hiçbir köklü tarihli toplumun başından geçmemiş felâketlerin Türk tarihinde vukûu bulmuş olmasıdır: Toplumlarda maddi ile manevi devamlılığı sağlayan ve kültür kalıtımı diye dahî niteleyebileceğimiz yazı sisteminin Türklerde üç defa kesintiye uğratılıp başkalaştırılmış olması. İlk ikisi, 'Orhun'dan 'Soğdak', dolayısıyla 'Samî' menşeli 'Uygur' yazısına, ondan da Müslümanlığı benimsedikten sonraki 'Arap' harfli yazıya geçiş, son derece mutedil ve tedrici olmuştur. Nitekim Yusuf Has Hacib'in Uygur yazısıyla 1069/ 1070 de kaleme aldığı devlet ile ahlâk görüşlerini içeren "Kutadgu Bilig" aynı dönemde Arap harfleriyle de yazılmış, fakat 1439’da yeniden Uygur yazısına dönülerek istinsâh olunmuştur.[viii] İslâmöncesi devirlerden Müslümanlığa geçişte yeğin ve katı değişimlerin yaşanmamış olduğu Kaşgarlı Mahmud'un "Dîvân-ı Lugat-it-Türk"ü ile Balasagunlu Yusuf Has Hacib'in "Kutadgu Bilig"i gibi düşünce ürünlerinin anlatımlarından da anlıyoruz.

Haddizâtında, Göktürkler (yânî Tu-kiyular) ile Uygurlar arasındaki kültür farkı, Uygurlar ile Müslümanlığı benimsemiş Türkler arasındakinden daha büyük olmalı. Çünkü Göktürler, henüz medeniyete geçiş sahasındaki bir kültürken, Uygurlar, medeniyetleşmiş kültür aşamasını yaşamışlardır. Nitekim bunun belgelerini dilde yaşanmış değişimlerde dahî görebiliriz. "Göktürkçe’de" diyor Şinasi Tekin, "... at, devlet, kağan, savaş ve bunlarla ilgili kelimeler; Uygurlarda yerleşik medeniyetin gerektirdiği şehir hayatıyla ilgili maddî kelimeler yanında daha ziyâde dinî ve maneviyat âlemine ait unsurlar hâkimdir. Tabiatıyla farklı dinler, birbirlerinden farklı kelime hazneleri yaratmıştır: Mani ile Burkan dinlerinin kendilerine has kelime hazneleri..." buna örnektir. Dildeki değişmelerin, söz dağarıyla sınırlı kalmayıp cümle kuruluşu ile genelde usluba dahî yansımış olduğu görülüyor. İşte Şinasi Tekin'in tesbitlerine devâmla: "Göktürkcede değişmeyen, katı cümle düzenine karşılık, Uygurcada canlı, hareketli, duruma göre her ân değişebilen cümle düzeni vardır... Haşmetli, tantanalı deyişlerde ifâdeye bir heybet, bir canlılık, bir tesir gücü vermek için yüklem, asıl yeri olan cümle sonunu bırakıp başa yahut bir başka yere gider... Çoğu zaman iddia edildiği gibi yüklemin yer değiştirmesi, tercümelerin yapıldığı yabancı dillerin tesîrinden değildir. Metinler dikkatle tetkîk edilecek olursa, bu yer değiştirmenin belli bir düzene göre yapıldığı görülür. Bu belli düzene misâl olarak şu durum gösterilebilir: Burkanın yahut bir yüksek şahsiyetin konuştuğu yerlerde yüklemin hareket hâlinde olduğunu görürüz... Nihâyet, Göktürkceye isim uslubu hâkim olduğu hâlde, Uygurcayı sıfat uslubuyla vasıflandırabiliriz."[ix]

Bu ve başka birçok farka rağmen Uygurlar, Göktürk kültür mirâsını reddetmeyip bunu pek değişik mecralara götürmüşlerdir. Bunu da en açık şekilde bize aynı dili paylaşmakla ve onun taşıyıcısı durumundaki yazıyı apânsız kesip atmamakla göstermişlerdir. Nitekim Uygurcanın ilk numunelerini Göktürk yazısıyla kaleme alınmış "İl-İtmiş Kağan" yazıtında görebiliriz.[x]

Git gide zayıflamakla birlikte, Göktürk yazı dilinin etkilerini nasıl ki Uygur kültür ortamında izleyebiliyorsak, aynı şekilde, en olgunlaşmış hâline Onuncu ile Onbirinci yüzyıllarda eriştiğini gördüğümüz Uygur yazı dilinin izlerini Müslüman Türk kültüründe Onyedinci yüzyıla değin sürebiliyoruz.[xi]

Onyedinci yüzyıla değin sürebildiğimiz bahse konu izler, daha ziyâde biçimle (yânî, dille, yazıyla, uslupla) ilgilidir. Ancak bundan başka, Burkan inancını benimsememiş kimi Uygur düşünürlerinin (Kao-chang yahut Turfan Uygurları), özellikle Onuncu ile Onbirinci yüzyıllarda ortaya koymuş oldukları gerek tercüme gerekse telîf eserlerle[xii] vucut verdikleri bilgelik geleneği, tüm Türk düşünce hayatını özden etkilemiştir. Bahsi geçen dönemdeki bilgelerin en dikkate değer olanlarından biri, Vapşı Bakşıdır. Tahminen Onüçüncü yüzyıl sonlarında telîf ettiği eserin adı "Gönlün Aslını Öğreten Kitap"tır.[xiii] Metninde Vapşı Bakşı, bir canlıyı insan kılan en başta gelen etkenin, 'bilinç' olduğu kanâatını izhâr eder. Ona göre kendim ve dünyam hakkında beni haberli kılan, 'bilincim'dir. Olup biten ne varsa, bilinçten neşet eder. Öyleyse varlık, bilinçle örtüşür. Bilinç bulunmuyorsa, varlıktan da bahsedilemez. Merâmını kısa, özlü, renkli ve bol teşbihli tarzda ifâde eden Vapşı Bakşı, varlık, bilgi ve ahlâk konularını bir ilkeye geri götürüp bağlıyor: Bilinç. Özellikle sözler, genelde de dil, bilincin ifâde aracıdır. Bundan dolayı dil, yalnızca bir aracı olup amaç değildir. Burada işlenecek hatâ, yansıtan ile yansıtılanın karıştırılması gibi olur. Her resim, bir şeyin resmidir. O bir şey ise, kendikendisi olup kendindedir. İşte bilinç de, kendikendisi ve kendinde olandır. Bilincin kendi dışına yansıması olayları meydana getirir. Bilinc unsurlarını dışarı taşıyansa, sözlerdir. Bilinç, 'benim'in aslı esâsıdır, O, ilkin, 'benim'in 'dünya'yla kesişen 'yöre'lerle, yânî bedenimle, bünyemle 'tanışmam'ın, 'kendim'in kendisine ifâdesidir. Sonra, 'benim'in bittiği yerde başlayan dünyayı 'benim'e (bana) tanıtır. 'Ben', soğan misâli kat kat, tabaka tabaka soyulur. Nasıl, soyuldukca soğanın cücüğüne erişilebilinirse, aynı şekilde 'ben'i örten peçeler kaldırıldıkca 'öz'e ulaşılır. Aşağı yukarı aynı çağda Türk dünyasının bir başka köşesinde yaşamış Yunus Emre, Vapşı Bakşı'nın merâmına "bir ben vardır bende, benden içeru"[xiv] deyişiyle tercüman olmuştur.

'Ben'in çeşitli tabakalarının bulunduğundan az önce bahsedilmiştir. Bu tabakaları aşıp nüveye ulaşan, kendininkisine olduğu kadar bütün varolanların da özüne inmiş olur. Çünkü görünen çeşitliliğin temelinde varlığın birliği gizlidir. İşte 'ben'in, dolayısıyla da 'varlığ'ın giziyle sırrıyla tanışan, bilinçlenir; bilinçlenense nûra garkolur, yânî Burkan olur. Bu da ancak bilincin bilinmesiyle mümkündür. Bilincin bilinmesiyse, aklî olmaktan ziyâde iç (derûnî) tecrübe ve derin düşünmelere dalma[xv] talimlerine ve imânî ile amelî temrinlere bağlıdır. Felsefe-bilimin ana yolu, yöntemi, dış (bîrûnî) tecrübe (gözlem) ile akıl yürütmeyse, bilgelikte henüz belli belirsiz safhadadırlar. Bundan dolayı bilge, iç tecrübeler ile sezgiyi yansıtmaktan âciz kalan kavramlarla elden geldiğince az iş görmeğe bakar. Nitekim bilgemiz Vapşı Bakşı da, varolanların, kişideki düşüncelerden, bunların da bilinc edimlerinden doğduğunu, bilinc edimlerininse, bölünmez, parçalanmaz, ezelî ve ebedî bilinç bütünlüğünün aşamaları olduklarını anlatabilmek için mecâzlarla dolu mesellere rağbet etmiştir. İşte bunlardan en önemlisi saydığımızı örnek diye sunuyoruz:

"Tanrı Burkan, Şûrangama Sutrada şöyle buyurmuştur:"

"Ey Ânant, Şivastî şehrinde Yadyadatı adında bir adam, duvardaki aynaya bakar. Aynanın boyu kısa olduğundan, Yadyadatı, kendi kafasını göremez. Bunun üzerine, 'eyvâh başımı kaybetmişim!' diye haykırarak ne yapacağını şaşırır. Başını bulmak için sağa, sola seyirtirken birden 'başım kaybolmuş; iyi ama onu arayan kim?' diye düşünür, şaşkınlığı da diniverir.

'Peki Ânant, başının kaybolduğunu sandığında Yadyadatının kafası gerçekten de kaybolmuşmuydu?'

Bunun üzerine Ânant şöyle cevap verir: 'Ey Ulular ulusu, onun, kaybolması söz konusu değildir.'

Ve Burkan, buyurur: 'Peki Anant, bu adam başını bulduğunda, gerçekten de başını mı bulmuştur?'

Ârıant ise huşû içerisinde 'öyle değil, Tanrım; bu, zâten onun başıydı; bunu başka yerde bulmuş olamaz ki' cevabını verir.

Ve Burkan, buyurur: 'Tut ki, başını başka yerde bulmuş olsun; bu, onun başı olabilir mi?'

Ânant ise yine huşû içerisinde 'olamaz Yüce Tanrım; başka birininkisi ona baş olamaz' cevabını verir.

'İşte tıpkı bunun gibi', diye buyurur Burkan, 'bilinçten yoksun kaldıklarından, canlılar, Burkanı dışlarında arar dururlar. Hâlbuki o, başka yerde olmayıp arayanın ta kendisindedir. O aradığın ve sende bulunan bilinç, Burkandır! Ey Ânant, söyle bakalım, canlılar, Burkanı ararlarken Bilinç demek olan Burkan, gerçekten de kayıpmıydı?'

'Öyle şey olamaz Tanrım; O, kayıplara karışamaz!'

'Burkanı bulduklarında, O, nerede olmuşsa olsun, gerçekten de gelmiş midir?'

'Hayır, Tanrım; O, gelmemiştir. Bu Bilinç, Burkanın zâten ta kendisidir!'

'Ey Ânant, tut ki, biri başka yerde bir Burkan buldu, bu, ona Burkan olur mu?'

'Olmaz, Tanrım; kendisi nasıl olsa Burkandır. Öyleyse hiçbir yerde bir başka Burkan bulamaz!'

İşte kişi, bu Tanrı vaazı açısından baktığında, gönlünü göz önünde tutarak Burkan yolunu aramalıdır.

Aydınlanmış canlılar şöyle der: 'Yadyadatı, dönüp azıcık geri çekileydi, başını yitirmez, şaşkınlığa uğramazdı!'

Bütün bunlar bize aydınlanmağı arzulayan kişinin, kendi bilincine bakması gerektiğini gösterir. Kişi, Burkandan başka bir şey olmayan bilincini kendi dışında aramamalıdır. Burkanı kendi dışında aramayan, aldanmaz."[xvi]

Burkancı gelenekte yer alan Vapşı Bakşı gibi bilgeler 'nom'lar[xvii] kaleme alırlarken, İslâm medeniyetindeki bilgelerimiz 'divân-ı hikmet'leri yazmağa koyulmuşlardır. Nitekim, daha önce de bahsettiğimiz üzere, Türklük, tarih boyunca bir medeniyetten bir başkasına geçmekle kalmayıp medeniyetler câmiasının dahî birinden öbürüne geçmiştir. Türklük, İslâmdan önceki kısmen Göktürk ve nihâyet Uygur devirlerinde Doğu medeniyetleri câmiasına mensupken, Müslümanlaşmakla Batı medeniyetleri câmiasının üyesi olmuştur. Ne var ki olağanüstü biçim değişikliğine rağmen, kimliğini yitirmemiştir. Zirâ değişikliğin hızı, o denli tatlı, o kadar mutedil olmuştur ki, Türklük dediğimiz pâyândâ, taşıyıcı eksen kırılmamış, hep aynı kalmıştır. Bunu nitekim kimi ana gelenek doğrultularının sürüp gitmesinden açıkça görüyoruz. İşte bu ana gelenek doğrultularını bize Mehmet Kaplan, şöyle sıralamıştır: 'Gâzîlik', 'velîlik', 'ahîlik'.

Türklüğün askerlik, savaşcılık cephesi İslâm medeniyeti devrinde nasıl 'gâzîlik' olarak görünüme çıkmışsa, bundan önceki medeniyet ortamında da öyle 'alp' tipiyle belirmiştir.[xviii] Aynı şekilde, öteki temâyüz etmiş vechesi olan 'hikmet'te de (bilgelik) İslâmdışı yahut İslâmöncesi ile İslâm medeniyet devirleri arasındaki bütün farklara rağmen, belli bir süreklilik gözden kaçmıyor. Arap, İran gibi, öteki Müslüman toplumlarında seçkin yer tutan hikmet geleneğine Türkler, velîleri, sufîleri, ârifleri, erenleriyle katılmışlardır. İslâmda en mümtâz makam hikmete tahsis olunmuştur. Nitekim Kur'ân-ı Kerîmin Bakara Suresinin 270. Âyetinin meâli, Abdullah Cevdet'e göre, "Allah, murad ettiğini feyz-i felsefeye mazhâr eder ve fuyuzât-ı felsefeye mazhâr edilen kimseye pek çok hayr verilmiştir."[xix] şeklindeyken, Ismâîl Hakkı İzmirli'ye göre de şöyle olmalı: "Allah, dilediğine hikmet verir. Her kime hikmet verilirse, ona çok hayr da verilmiş olur...."[xx] Nihâyet, "felsefe kumandandır; fünûn onun ordusudur... Kumandansız ordu için fevz ve selâmet yoktur. Gençleri felsefeyi zâi etmiş olan ümmet, ne büyük zâhiyâtdadır"[xxi] şeklinde bir hadîs rivâyet olunmuştur. Bunun sahîhlik ihtimâli pek zayıf olmakla birlikte, 'Hikmet'in İslâm âleminde mâlik olduğu mevkii göstermesi bakımından ziyâdesiyle dikkat çekicidir. İslâmdan önceki ve onun dışındaki medeniyet dairelerinde dahî hikmet binâlarını inşâa etmiş Türkler, Müslüman olduktan sonra, İslâmda zâten pek ululanan söz konusu alanda neredeyse vecd hâlinde hizmet görmüşlerdir. Kılıcıyla Gâzî'nin Dârulİslâma kattığı ülkelerde gönülleri fethedip devletin kurulmasına her bakımdan zemîni hazırlayanlar Hikmet erbâbı Velîler, Sufîler, Ârifler, Erenler olmuştur.[xxii] İslâmdan önceki ve onun dışındaki medeniyet dairelerinde Hikmet ehli Türkler, 'Kam', 'Bilge'[xxiii] ile 'Goşt'[xxiv] lakaplarıyla anılmışlardır: Bunlar, İslâmî devirde olduğu üzre, toplumu derleyip toparlayan, yarınları düşünen, ileriye dönük tedbirler öneren, maddî ve manevî ihtiyâçları karşılayıp şifâ dağıtan ve nihâyet devletin kurulup yönetilmesinde bilfii1 görev üstlenen üstün kişilerdi. Tarihte doğrudan doğruya 'bilge' lakabıyla anılan hükümdârlarla bir Göktürkler ile Uygur Türklerinde, bir de, İlkçağ Çinlilerinde karşılaşılır. Aslında 'hikmet binâları'na[xxv] vucut vermemiş, başka bir anlatışla, medeniyetin felsefîleşmişlik safhasına ulaşmamış toplumlarda devletin ömrü, birkaç yüzyılı aştığına tanık olunmamıştır. Türklüğün uzun geçmişi bulunan tarihiyse, medeniyet kurucusu ve taşıyıcısı bilgelere çok şey borçludur.

İşte bilge kağanlardan velilere, erenlere; yahut başka türlü söylersek, Vapşı Bakşı'dan, Hoca Ahmet Yesevî'den, Yusuf Has Hacip'ten yahut Alî Şîr Nevâî'den Hacı Bayram ile Hacı Bektaş Velî'lere yahut Yunus Emre'ye kesintisizce uzanan bir hatdan bahsetmek yanlış olmasa gerek. Mezkûr hatla aktarılan bir zihniyettir. İnsanı kavrayış, dünyaya bakış, hâl ile hareket tarzıdır. Bahsi geçen zihniyeti taşıyan hatdın esası dildir; burada söz konusu olansa, Türk dilidir.[xxvi] İşte M.S. Altıncı yüzyıla değin gerisin geriye izleyebildiğimiz Türk yazı dilinde biçimlendiğini gördüğümüz bir bilgelik, bir hikmet edebiyatı, en sonunda Tanzîmattan, yânî Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibâren felsefe-bilime vucut verdi verecekken Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde millî kültür mirâsında ortaya çıkıvermiş olan korkunc ânî, şiddetli, derin, köklü, keskin kesinti, kopuş, nihâyet; biyoloji terminolojisiyle söylersek, bir mutasyon, hayırlara vesîle olabilecek sözünü ettiğimiz oluşumu akâmete uğratmıştır.

Yaklaşık olarak 1600lerin başından 1800lerin başlarına değin Türk dünyası bir tür 'Ortaçağ' yaşamıştır. İktisât, siyâset, askerlik, zanaat, sanat gibi, kültür âleminin bütün kesimleri ve asıl onların başını çeken fikir hayatı bu zaman zarfında derin uykuya dalmış, dinlenmiştir. Türk dünyası, söz konusu iki yüz yılda kemâle ermiş, kimliğini iyice oluşturmuştur. Nasıl, ömür boyunca yaşanmış acı, tatlı tecrübeler, 'birey'e kimliğini, demekki kişiliğini sağlarsa, benzer biçimde tarih süresince yapıp yapamadıklarının, kazandığı zaferler ile uğradığı yenilgilerin, geçirdiği refâh dolu ve sefîl kaldığı dönemlerin yarattığı 'kaderde ve kıvançta duygu ile düşünce birliğ'i de gün gelir, bir topluma özgül tarihî kimliğini verip onu millet kılar. Giderek, tam anlamıyla milletleşmiş toplum ancak, insanlığa hayat iksîri olacak üstün kültür başarılarını ortaya koyabilir. İşte 1800lerin başında öncelikle 'Osmanlılık'[xxvii] çerçevesindeki 'Türklük' böyle bir aşamadaydı. İki yüz yıl boyunca çekildiği istirâhat sırasında yediği yeğin ve can yakıcı darbelerle silkinip kendine gelen Türklük, "ben kimim?" sorusuna verebileceği birkaç cevap seçeneğine sâhipti. Zâten gerek bireysel gerekse toplumsal düzlemde kişilik kazanmışlığın ana göstergesi, "ben kimim?" sorusunu sorabilmek ve buna ne dediğini bilir tavırla, cevap getirebilmek yönünde yürüyen bir 'felsefî bilinç'tir. Ne olup olmadığını ve ne olabilip ne olamayacağını sezer hâlde, Osmanlı Türkü, 1800’lerden itibâren, 'felsefi bilinc'ini ortaya çıkarmış, inşâa etmiş toplumlarla karşılaşmak üzre yola koyulmuş yahut koyulmak zorunda kalmıştır. Yola koyulurken sırtını Batı medeniyetleri câmiasından İslâm medeniyeti âlemine dayamış bulunuyor, Dâr-ul-İslâm'da ikâmet ediyordu. Dönüp dolaştığı illerden, iklîmlerden pek çok etkilenmiş, yüklü bir tecrübe dağarıyla donanmış durumdaydı. Öncelikle İlkçağ Çin, Hint, İran medeniyetleri ile Bizans kültürü ve İslâm medeniyeti aracılığıyla Eskiçağ Ege medeniyetinin izlerini taşıyordu. Ama bütün bu izlerin, etkilerin kazınıp işlendiği tarihini boydan boya kateden hatdı da ihmâl etmemek gerek. 'Sultan han'ın, 'tarîkat ehli' ile 'ulema'nın ve 'gâzî'nin selefleri 'kağan'dan, 'bilge'den ve 'alp'ten çıkıp gelen hat. İşte bu hatdın heyetimecmûu 'tarih'tir.

Tarihte İslâm medeniyeti içerisinde 'benliğ'ini kazanmış olan 'Türklüğ'ün bugün temel sorunu 'kendini bilmezlik'tir. 'Türklük' de nihâyet, geçmişte zuhûr edivermiş herhangi bir araz değildir. O, insanlığı bir bütün olarak biçimlemiş, tarihin en kayda değer iki yahut üç belirleyici gücünden biri olan İslâm âleminde özbilincine vâkıf olup ona bin küsur yıl öncülük, önderlik ve hâmîlik etmiş bir kültür binâsıdır. Bu bakımdan, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin 'zihnî-fikrî çatısı'nı oluşturan felsefe-bilimin yüreği durumundaki metafiziği kavramanın yolu, İslâm felsefe-bilim yapısının bağrında yatan metafiziği anlayıp bilmekten geçer. Bunu biz, yoruma ilişkin birtakım ince ayrıntı farklar dışında, bütün öteki Müslüman toplumlarla paylaşmaktayız. İşte bu hususu görmezlikten gelmek, kendimizi anlamamağa, özümüzü tanımamağa bizi mahkûm etmektedir.

Tarihinde olup bitmiş vakalar ve kurulmuş hukuk, zanaat, sanat ve devlet gibi geniş kuşatımlı teşkilâtlar üstünde düşünüp bunlardan geleceğe yönelik projectionlar yapabilen toplum, felsefî bilinc örneğini ortaya koyar. Böyle projectionları elbette toplumun gelişigüzel her bireyi yapamaz. Bunlar, ancak çok geniş ve derin düşünebilen vukûfu tam olan bilgeler, giderek filosof-bilimadamları başarır. Onların yetişmesine uygun ortamı sağlayan, Ahmet Rızâ beğin belirttiği üzre, 'élitiste aristocrate monarchique' düzenlerdir. 1859 - 1930 arasında yaşamış düşünürümüz Ahmet Rızâ beğ, bu çeşid ortamları şöyle vasıflandırır: "Büyük hükümdârlar etrâfına aristokratları toplardı. Bunlar aynı zamanda memleketlerinin aydın tabakasını oluşturan kimselerdi. Bu tabaka, halkı idâre eder, ona örnek olur, hükümdâr ile halk arasında bir yetki halkası teşkîl ederler, ilkinin şiddetini yumuşatır, ötekilerinin isteklerini frenler, buhran zamanlarında onları takviye eder, yeniden mücâdele gücü verirlerdi. Konakları kâbiliyetlilerin sığınağı, misâfirperverliğin müşterek yuvası, geleneklerin ve milletin ahlâk kurallarının canlı arşivini teşkîl ederlerdi. Tarihin büyük olaylarında yararlı müdâhaleleri müşâhade edilmiş bulunan devletin bu kudretli pâyândâları, ne yazık ki yavaş yavaş yokoldular..."[xxviii]

Tanzimat sonrası Türk düşünürünü, yeni meçhûl ufuklara yelken açan, fakat besbelirgin ortada duran limanını da unutmayan, yitirmeyen gemiye benzetebiliriz. Ne var ki geminin rotası başka yöne de ayarlanabilirdi.

Yirminci yüzyıl Osmanlı düşünürü ister resmî görevle, ister uğradığı kovuşturma sonucu olsun, seyâhat eden kimsedir. Bu yeni gezgin tipini eski alışılagelinmiş Osmanlı âliminden ayıran en belirgin özellik, onun, 'murâkabe'yle dalınan içe dönük manevî yolculuk yerine, gözleme dayalı, dışa dönük 'bilgilenme' sürecini benimsemesiydi. Zihnin geleneksel çalışma düzenini kademe kademe değiştiren bu süreçte murâkabenin sezgili usulü yerini algılı yönteme bırakmıştır.[xxix] Zaman ile mekân boyutları, en fazla önemsenen değerler olmuşlardır. Tabîî, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti de, 'seyrin', 'murâkabe'nin sezgili usulünden yoksun, baştan aşağıya algı yöntemini uygulayan, yalnızca dışa dönük bir âlem değildi. Her şeyden önce bu medeniyetin de içerisinde değişik kültürler, bunlar arasında da dikkatten kaçmayacak kadar farklar var. Sözgelişi bir Rus ile Fransız, bir İsveç ile İtalyan, bir Leh ile Ispanyol kültürünü bir çırpıda aynı kefeye nasıl koyabiliriz? Birbirlerinden bunca uzak coğrafî bölgelerin kültürleri bir yana, Ispanyollar ile Fransızlar yahut İtalyanlar gibi, aynı yöreyi paylaşıp akraba dilleri kullanan milletlerin kültürleri arasında dahî öylesine dikkate değer farklar var ki, bunları tek bir bakış açısından ele almak insanı nâmütenâhî yanılgılara sürükleyebilir. Doğa araştırmalarından gelen verileri olduğu kadar, içerisinden yetiştiği kültür ortamının unsurlarını da değerlendiren filosof, bir taraftan bilimlerin kuruluş ile yorumlanış şartlarını ortaya koyarken, öte yanda da kendi kültür ortamına vucut veren unsurlar arasındaki bağları mantıkca irdeleyip meydana çıkararak ahlâk düzeni, böylelikle de felsefî bilinci inşâa eder. Bir filosof, ya, Müslüman ile Ortaçağ Hırıstıyan filosof-bilginlerinde gördüğümüz gibi, 'ümmet';[xxx] ya da, Yeniçağ Arupalı filosof-bilimadamlarında tanık olduğumuz üzre, 'millet' ortamında yetişip iş görür, yânî sistem kurar. Filosof, birinci hâlde mensubu olduğu medeniyeti doğrudan doğruya, ikincisindeyse millî kültürü aracılığıyla etkileyip biçimler. Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti, iki cihetten tarihte ilktir, benzersizdir: Bunlardan birincisi, Eskiçağ Ege medeniyetinin Atina kültürü dışında, neredeyse bütün bir medeniyet ölçüsünde ilk kez bâtınî-dinî esaslara dayanmamış; ikincisi de kendisine vucut vermiş kültürlerin hükümrânlık ile özerkliklerini hoş görerek zengin bir gelenek, görenek, görüş, düşünce, anlayış, renk, ses ve zevk çeşitliliğine cevaz vermiştir. Bu kültürlerden kimisi özgünlüklerini, hükümrânlıkları ile özerkliklerini temîn etmekle öyle raddelere vardılar ki, zamanla medeniyet hattâ felsefîleşmiş medeniyet şeklinde dahî anılır olmuşlardır. Nitekim bunların en bellibaşlılarından Fransız kültürünü Fransızlar, büyüklük tutkunluklarının da etkisiyle, "Civilisation française" biçiminde nitelemişlerdir. Öbür ikisiyse, Alman ile İngiliz kültürleridir. Üçü, Yeniçağ Avrupa dindışı medeniyetinin yıldızlarıdır. Ötekiler de, bu üçünden birinin yakın yahut uzak gezegeni olmuşlardır. İtalyan, Ispanyol ile Rus kültürleri gibi, yıldızlığa adaylığını koyanlar da söz konusudurlar. Bunlardan özellikle Ispanyol ile Rus kültürlerinin, Avrupa dışında dahî uyduları var. Ama ne olursa olsun, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin yönünü yörüngesini, ilkin Fransız ile İngiliz, daha sonraları bunlara adetâ tepki biçiminde gelişen Alman kültürleri tayîn etmişlerdir. Bunların üçünün de mimarbaşı, filosof-bilimadamları olmuştur. Birincisini biçimleyen; dünyanın (res extensa) makinevârî düzende hareket eden vakıalardan ibâret olduğunu, bunları da akla dayalı yöntemle inceleyip açıklayabileceğimizi öne süren Rene Descartes'tır. Mekanistik nedensel yöntemle açıklanması istenen gözlemlenebilinir makine benzeri vakıalar dünyasının gizlisi saklısı, esrârengîz, mucizevî yanı yönü yoktur temel inancından hareket edilmiştir. Zamanla bu, bilim anlayışının sınırlarını belirleyen bir hareket noktasından çok ötelere kayıp insana ve dünyaya bakış açısını da tayîn eden bir mürâcaat mercii hâline gelmiştir. Nihâyet Roger Bacon ile Ockham'ı William'dan yânî Onüçüncü ile Ondördüncü yüzyıllardan bu yana hayatda en güvenilecek tutamağın, algılarımızın değerlendirilmesinden elde edilen bilgi olduğu kanısını gelenekleştiren İngiliz Deneyciliği ('Empirism'i), Avrupaya, giderayak İngilterenin dünya çapındaki fetihleri ve Birleşik Devletleri, Kanada, Avusturalya, Yeni Zelanda, Güney Afrika gibi yavru vatanları sâyesinde yeryüzüne yayılmıştır. Mekanistik nedensel yöntemi boşandıran Dekartcı düşünce sistemi ile deneyi temel kabul eden Bacon-Ockham'lı William anlayışı, Onyedinci yüzyılın ikinci yarısından itibâren mezcolunarak Isaac Newton'un klâsik mekaniğinde doruğuna ulaşan Yeniçağ fiziğine vucut vermişlerdir. Yeniçağ fiziği, Onsekizinci yüzyılla birlikte bilimlere ve bilim anlayışına ana örnek oluşturmaktan da öte, Akılcı-Deneyci felsefe-bilim sistemlerinin ve onlardan doğmuş, zamanla da Avrupaya mâledilmiş, ama aslında İngiliz malı olan dünyagörüşünün esâsıdır. Gerek insanın bireysel ile toplumsal bünyesini gerekse evreni oluşturan unsurların, deney yoluyla tesbît edilebilinip akılla, yânî mekanistik nedensel yöntemle yargılanıp değerlendirilebilindikleri ölçüde dikkate alınmaları gerektiğini öngören Akılcı-Deneyci-Positivci dünya tasavvuru, kişinin bütün yapıp etmelerini, demekki hayatı tekmil vecheleriyle ayarlamak iddiasıyla karşımıza çıkan kapalı devre çalışan felsefe sistemleri anlamındaki çağdaş ideolojiler ile bunlara dayalı dünyagörüşlerinin çoğunun da kaynağıdır.

İnsanın bireysel ile toplumsal psychosocialortamı ile biyofizik çevresinin algılanabilip zihinle kavranabilen süreçler ile olaylardan ibâret olduğunu, bunun dışında kalan her çeşit mülâhazayı 'bilimdışı doğaötesi saçmalık' diye -Ortaçağda dinden, imândan çıkmış anlamına gelen 'zındıklığ'ın yerini almış suçlama- şiddetle reddeden Akılcı-Deneyci-Positivci dünyagörüşüne karşı Ondokuzuncu yüzyılın başlarında tepki doğmağa başlamıştır. Bu da öncelikle, hep güneyden, özellikle İtalyadan kuzey batıya, yânî Atlas okyanusu kıyılarına doğru yol alan gerek İlkçağ sonlarındaki Roma-Latin medeniyetinin, gerek Ortaçağ başlarındaki Hırıstıyanlaşmanın gerekse Yeniçağın dogrudan ürünü olarak görülen Yenidendiriliş ile Aydınlanma hareketlerinin kapsamına Avrupanın öteki önde gelen kültürlerinden daha geç dönemlerde katılan Almanyada ortaya çıkmıştır. Almanların, Kuzey Avrupanın soğuk, puslu ormanlarından çıkıp Avrupanın Ortaçağ Hırıstıyan ile Yeniçağ Aydınlanma medeniyetlerinde işgâl ettikleri mevki ile Türklerin, Orta Asyanın doğusundaki buzlu bozkırlarından kopup İslâm medeniyetine girip orada edindikleri orun andırışmaktadırlar. Her ikisi de benzer coğrafya, iklîm ve yaşama şartlarının sonucunda hâvî oldukları; tâze, bozulmamış, manevî ve maddî güc, tâkat ve heyecânla intisâb ettikleri yeni medeniyetlerinin koruyucusu ve taşıyıcısı kesilmişlerdir. Özellikle bu yüzden her ikisi de öteki din kardeşleri olan kültürler tarafından hep kıskanılmış, hiçbir zaman da dost ve hoş görülmemişlerdir. Önceleri yeni girdikleri zihniyet ile fikir âleminde düşünce üreten adamlarının pek azı dar anlamda felsefe yapmıştır Almanlarda Albertus Magnus, Nicolaus Cusanus, Johannes Kepler; Türklerdeyse Uzlukoğlu Farabî, Ebu Mansur Maturidî, Hoca Ahmet Yesevî, Yusuf Has Hacip. Bunların çoğuysa, sufî ile ilahî vecdlerin ve heyecanların karıştığı, mezcolduğu hayat tecrübelerinden hareket eden bilgelerdir. Genellikle olaylar ile insanların doğru değerlendirilmesi yönündeki çabalardan neşed eden bir yaşama tavrı ile davranma tarzı olarak tarîf olunan 'bilgelik', dakik araştırma düzeni ve bilgilerin örgün birliği demek olan 'bilim'den[xxxi] pek farklıdır. Bugünkü şartlarımız çerçevesinde düşünsek bile bilgelik, yine de bilimden elde edilmiş sonuçların kaynaştırılmasından, harmanlanmasından çıkarılan bir bütünlüklü görünümden, resimden farklı, daha fazla bir yapı, bir düzenlemedir. Zirâ bilgelik, kişisel varoluştan sökülüp ayırılamaz. 'Zekîlik', her ne denli olaylar ile insanların doğru değerlendirilmesi hüneri anlamına gelebilirse de, tamamıyla yarara yönelik olması, 'bilgelik'le örtüşmesini önler.[xxxii] İşte çoğunlukla yaşantılardan hareketle olaylar ile insanların doğru değerlendirilmesi çabalarından doğan bir yaşama uslubu ile davranma tarzı olup günübirlik yarar güdülerinin cezbesine ve akılla dizginlenmiş heyecânlara kapılmamak mahâreti şeklinde tesbît ve tescîl edilegelnıiş 'bilgelik', ilk defa M.Ö. Altıncı yüzyılda Batı medeniyetleri câmiasının Eskiçağ Ege medeniyeti çerçevesinde ilkin 'felsefe'ye, onunla birlikte de 'bilim'e, böylece de 'felsefe-bilim' dediğimiz öncesi, eşi, benzeri bulunmayan düşünceyi ve bilgiyi araştırma-üretme sistemliliğine yol açmıştır. Felsefe-bilim çerçevesinde özellikle Onyedinci yüzyıldan itibâren vakıaların fizik açıdan Mekanistik nedensel yöntemle sistemlice ele alınmaları tavrı ağırlık kazandıkca, bilgece tutum ile yaşayış gerilemiştir. Bahsedilen yöntemle iş görülürken üstünde durulan yalnızca 'duyu'lar yahut 'duyu verileri' olup bunların yol açtıkları yahut açabilecekleri 'duygu'lar asla dikkate alınmazlar. Basit bir örnekle söylersek, bir kurbağanın sindirim sistemini inceleyen araştırmacı, gördüklerini kaydetmekle yetinip bunların kendisinde yol açtıkları iğrenme, hayranlık yahut hayret gibi duygularaysa kesinlikle yer vermez. Bu tutum, zamanla salt denel bilimin sınırlarını aşıp az önce de belirtildiği üzre, genel dünyagörüşü boyutlarına erişince, çok değişik cihetlerde benzer etkiler yaratmıştır. Seçilen belli hedefe -deminki örneğimize dönersek, 'kurbağanın sindirim sistemini incelemek'- götüren bütün yollar artık mubahtır; yânî meselâ, kurbağanın uyuşturulmaksızın bağrının deşilmesi: Böylelikle onun tepkisi ölçülebilir. Bütün yolların mubah sayılması ne demektir? 'Acımak', 'kendimi karşımdakinin yerine koymam' gibi, 'canlı'yı 'insan','insan'ıysa 'ben' kılan özelliklerin hepsinden 'soyunmam' demektir. Durum böyle olunca, hedeflerin arasında da artık, bir değer sıradüzeninden söz edilemeyeceğinden, bunların istenildiği ânda ve biçimde yerleri değiştirilebilinir. 'Kurbağanın sindirim sistemini incelemek' çeşidinden bir bilgilenme amacının yerini sözgelişi 'en az harcamayla en büyük kazancı elde etmek' türünden iktisadî olan yahut herhangi başka biri alabilir. Ancak git gide 'hedef', 'amaç', 'maksat' yahut 'gâye' gibi 'sonra'nın, 'ilerisi'nin, 'baştan', 'şimdiden' belirlenmişliği telâkkısi, 'bilimdışı' ve 'spekulativ' olduğu gerekçeleriyle reddedilmiştir. Bunun yerini 'şu ânki...', 'şimdiki durum'un tasvîr edilmesi ile 'şimdiki durum'a yol açan görünürdeki etkenlerin elden geldiğince çoğunun bulgulanıp sıralanması anlayışı almıştır.

'Şu ânki...', 'şimdiki durum' pekâlâ başka türlü de olabilirdi. Kurbağa yavrularının da yine kurbağa olacaklarından emîn olunamayacağı -yeni sentezci evrim varsayımı uyarınca- gibi, 'şimdiki kazancımı yarın yeniden temîn edebilip edemeyeceğim şu ândan belli değildir'. Bu yüzden 'onu ne kadar az harcar, nice az başkalarıyla paylaşır ve ne denli çok biriktirebilirsem, servetimi onca temînat altına alabilirim'. Peki, bu tableauda neler ortaya çıkıyor, öyleyse? Belirsizlik, zorunsuzluk, güvensizlik, 'şimdiye dönüklük', bireycilik, benmerkezcilik ve bencillik.

Nitekim, mekanik bilimler, neden-etki ilkesi doğrultusunda biçimselleştirilmiş bir dille gözlemlenebilinir, algılanabilinir nesneleri incelerler, diyor Immanuel Kant. Ancak, mekanik bilimler, evrenin yalnızca bir kesimini ele alabilirler. Demek ki öteki kesimlere başka ilkeler, mülâhazalar ve tekâkkılar doğrultusunda eğilmemiz gerektiğine işâret ediyor. Görüldüğü gibi, 'gâye'nin de işe karışmak zorunda olduğu yerler, yöreler, kesimler var.[xxxiii] Bunları canlılar dünyası diye nitelendiriyoruz. Dışımızdakileri algılayıp tesbît ediyor, 'zihin' çerçevemizde 'düzen'liyoruz. Ama bir de bize âit, fızik-biyolojik olmayan, insan âlemi var. Bunu yalınkat duyu verilerirıe dayanarak tesbît edip zihnimiz çerçevesinde düzenlememiz imkânsızdır. Bu bize ait, insan âlemi, 'ben'den ve 'ben-gibi' kişilerden kaynaklanır. Mekanik ve biyolojik düzenlemeler, 'ben' ve 'ben-gibiler' yöresinde bir derece etkili olmakla birlikte, burası onlara tamamıyla tâbî kılınamaz. Öyleyse buraya değişik bir bakışla yönelmemiz şart. 'Aklım', 'ben'de 'bulduğum' özellikleri 'ben-gibiler'de dahî 'bulmam' gerektiğini 'benim'e (bana) 'buyurur'. İşte Kant'a göre, bu, değişmez, sarsılmaz, şüpheye yer bırakmayan bir 'inanç'tır.[xxxiv] Böyle inançlaraysa 'imân' diyoruz. Bir yahut birkaç imândan hareketle değişebilir inançlar arasında kurulan kuşatacı ilişkilerle 'ahlâk' diye anılan beşerî düzen meydana getirilir. 'İnsan', 'toplum', 'ahlâk', 'kültür', örtüşür kavramlardır. Kaçan,[xxxv] nerede, nasıl yaşarsa yaşasın, insanla birlikte vücut bulan toplum, ahlâk ile kültür ilişkilerini taşıyıp ayarlayan bildirişimin ekseni ve insanın varlığına yapışık olan dildir.[xxxvi] Durumu şöyle de açıklayabiliriz: İnsan ancak toplum hâlinde varolabilir. Toplum hâlinde varolabilen insanların birbirleriyle kurdukları her çeşid ilişki ahlâkı oluşturur. Birbirleriyle ilişki hâlinde bulunmak zorunda olan insanlar bunu özellikle dille becerebilir. Ahlâk düzeninde yaşayıp dille bildirişen insanların yapıp ettikleri her şey, ortaya koydukları ürünlerin hepsi, kültür denilen ortamı meydana getirir. Görüldüğü gibi, doğadan devşirilen hammaddelerin bambaşka beşerî mamûllere dönüştürülme işlemleri ve bunların sonucu olması bakımından 'heyetimecmûu'yla 'kültür', bir 'doğadışı', demekki 'metafizik' ortamdır. Öyleyse Mekanikci-Positivci dünyagörüşüne anaörneklik oluşturan 'fıziğ'in kendisi bile 'metafizik',[xxxvii] yânî 'inanç'larımızın, 'fikir'lerimizin[xxxviii] çerçevesinde becerilen işlerdendir. Doğaya çıktığımızda bir 'duyu verileri bombalanışı'yla karşı karşıya kalırız. 'Dimâğ' 'akıl' ile 'zihin' faaliyetlerimizle ürettiğimiz inanç ile fikir gibi, çerçevelerimize yerleştirdiğimiz bu duyu verilerinden gerçekliğe ilişkin tableaular elde ederiz. Çerçeveler, verilere nice uygun düşerlerse, onca geçer addedilirler.

Bütün bunlar, Sokrates'in ve bu arada Vapşı Bakşı ile Yunus Emre gibi, bilgelerin haklılıklarının derecesini yeniden gözümüzün önüne sermektedirler: 'Ben' ve 'ben-gibiler'i sıkı sıkıya incelemeden, bu meseleyle alabildiğine uğraşmadan, doğrudan doğruya 'bendışı'na uzanmak bizi onarılmaz yanlışlara sürükleyebilir. İşte Kant'ın da işe böyle koyulmuş olduğunu görüyoruz. Yalnız, o, bunu felsefe-bilimden önceki yahut onun dışında kalmış bilgeler gibi dağınık biçimde yapmamıştır. En örnek alınacak yanıysa, farklı alanları birbirleriyle karıştırmamağa çaba harcamış olmasıdır.[xxxix] Bu cümleden olmak üzre, klasik mekaniğin yöntemiyle insan meselesine yönelmemiştir. Buna karşılık, başta mekanik kesim gelmek üzere, doğayı insanmerkezci ile insanbiçimci tutumla incelememiştir. Bunuysa, yine örnek bilim diye kabul olunan klasik mekanikten kazandığı duygusallıktan uzak kalmağı şart koşan, ayık, duru zihniyetle başarmıştır.

İnsan sorununun iki aslî cephesi vardır: 'Ahlâk' ile 'sanat'. Birincisi, daha önce de belirtildiği üzre, insanın, hem kendisine hem de hemcinslerine yönelik 'iyilik' ülküsüne yaklaşmak çabası ile hak-ödev bağlantısı çerçevesinde kurduğu ilişkiler manzûmesini ve bunları belirleyen kurallar düzenini ifâde eder. İkincisi de, yarar kaygısından git gide uzaklaşıp 'güzellik' değerlendirişine elden geldiğince uygun ürün ortaya koymanın manâsını dışa vurmanın yolu yordamıdır. 'İyilik' ile 'güzellik', dış dünyadan öylesine kopuk ve ırak bir duyuş, düşünüş ve nihâyet değerlendiriştir ki, öteden beri bilgeler ile filosof-bilginler, bunları bir beşerüstü kudretin, insana ilhâm ettiğini tasavvur etmişlerdir. Bundan dolayı Mekanikci-Positivci anlayışı benimseyenler dışında kalan düşünürler, öncelikle 'iyilik' ülküsünü hep dinî-bâtınî kaynaktan çıkıp geldiği kabulünden hareket etınişlerdir. 'İyilik','mükemmelliğ'in doruğudur. O ülküye göre kişiler kendilerini ayarlamışlardır. Belirli bir bilge, daha doğrusu filosof-bilgin ortaya çıkmadıkca, bahse konu ülkü, toplumu oluşturanların zihninde açıklık kazanmayıp muğlâk kalır. Ancak 'filosof-bilgin'in elinde o, berraklaşıp cisimleşir ve belirli bir ahlâk sisteminin hareket noktası olur. Ahlâk sisteminin kurulduğu bir toplumda görelilikler en aza iner. Zirâ tutum ile davranışların, neye, nasıl uygun tarzda yürütülebilecekleri sorununa artık açık ve keskin bir cevap getirilmiştir. Bütün etkinliklerin, bunlara bilimsel olanlar da dâhildir, vurulabilecekleri mihenk taşları şüpheye yer bırakmamacasına koyulmuş olmalıdır. Ahlâk sistemiyle çerçevelenmiş bir toplumda bireylerin tutum ile davranma sınırları, ve istek, dilek ve hırs ufukları belirlenmiştir. Böyle bir toplum, gelgeçliklerden, gelişigüzelliklerden masûn, keyfîliklerden kurtulmuş, tümüyle kurumlaşmışlık manzarası arzeden felsefîleşmiş medeniyet seviyesine ulaşmış demektir. İlk bakışta bu çeşit bir toplumda hâl ile hareketlerin bayağı kısıtlanmış olduğu görülür. Gerçekten de kültürün seviyesi yükseldikce, hele medeniyet aşamasına da erişince, kişilerin serbestce davranma imkânı azalır. Düşünmenin, konuşma ile eylemin ilkin eğitim ile öğrenim-öğretim yoluyla belli bir düzene sokulduğu felsefîleşmiş medeniyete mâlik toplumda yepyeni ufuklar açılır. Kişi, aldığı eğitim sonucunda ergenleştikce duygu ile heyecanlarını eleştirici düşünme ve akılyürütmeyle dizginleyerek imkânlarının, dolayısıyla hâl ile hareketlerinin haddini hududunu kendisi tayîn eder. İşte, dış baskı üzerinden kalktığında, 'seleserpe' kalmaktan çok farklı, hattâ bambaşka olan bu duruma 'hür' olmak diyoruz.

'Felsefe-bilim'in, kendisinden kaynaklandığı 'bilgelik' pınarıyla bağlantısını hep diri tutan 'ahlâk'tır. Bilgelik, daha önce defalarca belirtildiği üzre, canlıyı insan kılan bütün özelliklerin, en incelmiş tarzda ve manevî cihetlerde, demekki zaman ile mekân boyutları ile maddiyatın ötesinde değerlendirilip anlamlandırılmalarıdır. Öyleyse, bilgeliğin, felsefe-bilim sistemindeki devâmı, uzantısı ve hattâ temsilcisi ahlâk düzenidir. Bu, görüldüğü gibi, felsefe-bilimin başta gelen kurucu unsuru, yürütücüsü, kılavuzudur. Bir felsefe-bilim yapısının esâsını felsefe, onun da temel taşını ahlâk düzeni oluşturur. Şu hâlde böyle bir sistemin oluşturulmasına bilim duvarını örerek başlamak, binâyı tersinden inşâa etmeğe benzer. Hâlbuki tarihî, dolayısıyla da makûl diyebileceğimiz sıra, önce bilgelik, sonra felsefe, ardından bilim, en sonda da fen (technologie) şeklindedir.

İmdi, öncelikle 1789 İhtilâlikebîrle ilkin Avrupa, git gide de dünya çapında güncelleşen bir ölçüde İngiliz Deneyci (Empiriste), ama pek büyük oranda Fransız Akılcı (Rationaliste) Positivciliklerin etkisiyle Tanzimattan sonra[xl] fikir hayatımızda yanlış yola sapılmış olduğunu az önce bildirdiğimizde, bununla neyi kasdetmek istediğimizi yukarıda yetesiye açıkladığımız kanâatındayız. Bu hatâ düzeltilemez miydi? Yanlış hesâp, Bağdat’tan döner misâli, mezkûr hatâ elbette onarılabilirdi. Nitekim 1900’lere gelindiğinde felsefe-bilim binâsına bilimlerden, üstelik, sociologie misâli, épistémologique bakımdan bilimliği bile hâlâ tartışma konusu olan alanlardan girmekte Ziyâ Gökalp gibi ısrar edenlerin yanında, ilkin ahlâk düzenini kabataslak belirleyerek bahsolunan binânın inşâa edilmesi gerektiği görüşünü savunanlar dahî olmuştur. Bu bâbda Ismâîl Gelenbevî, Münîf Paşa. Cevdet Paşa ve oğlu Alî Sedât, Alî Suavî, Salih Zekî, Ahmet Midhat Efendi, Abdullah Cevdet, Ahmet Şuayıp, Bahâ Tevfik, Mehmet İzzet, Mehmet Alî Aynî, Ismâîl Fennî, Rızâ Tevfık, Ismâîl Hakkı İzmirli. Satı Beğ, Ismâîl Hâmî Dânişmend, Mümtâz Turhan, Yusuf Akçura, Ismâîl Gaspıralı, Ziyâeddîn Fahrî Fındıkoğlu ve nihâyet Hilmi Ziyâ Ülken akla ilk gelebilecek adlardır. Bir ölçüde Ziyâ Gökalp ile Hilmi Ziyâ Ülken'i[xli] istisnâ olarak kabul edersek, adı anılanlardan hiçbiri filosof-bilimadamı değildir. Bununla birlikte, birbirlerinden dünyagörüşü olsun, uslub olsun, uzmanlık konusu olsun çok farklı olan bu düşünürlerin her biri, 600’lerden 1900’lere değin yazıya intikâl etmiş hâlde sürüp gelen yaklaşık bin dört yüz yıllık fikir hayatımızın, kısmen de olsa, taşıyıcısı ve aktarıcısı olmuşlardır. Mezkûr fikir hayatımız, öncelikle Müslümanlığın benimsenmesinden bir süre sonra, daha bir bütünlüklü ve insicâmlı görünüm sunar olmuştur. Hele 1850’lerden önce, ârif yahut ermiş kişi ve bilgin ile gündelik maîşetinin peşinde koşan halk çocuğu arasında, bugünkü durumun tam tersine, zihniyetce, inanışca, davranışta ve dilde göze batacak raddede ayrılık aykırılık yoktu. Böylelikle düşünen kişi, halkın ne duyup düşündüğünü yakından tanıyıp izleyebiliyor, nabız atışını her ân duyumlayabiliyordu. Bu ortamda tek bir şey eksikti; o da 'ilim'[xlii] değil, 'bilim' idi. İşte gerek felsefe gerekse onun türevi yahut uzantısı durumundaki bilim, 1900’lerin başlarında tam edinildi edinilecekti ki, birtakım esrârengiz eller, 1920’lerden sonraki Türk nesilleri ile geçmişlerinin tamamı arasında geçit vermez duvar örüp onları tekmil tarihî müktesebâtından yoksun kılmışlardır. İslâm medeniyeti[xliii] çerçevesinde kimliğini kazanmış olan Türk kültürü, bu medeniyetle et ile tırnak durumundadır. O kadar ki, adı anılan medeniyetin getirip katdığı değerlerden soyutlarsak,'Türklük'ten, yânî Türk kültüründen geriye, birtakım halk gelenekleri ile göreneklerinin (folklor) dışında, fazla bir şey kalmayacağını görürüz. Arap, Fars ile Müslüman Hint gibi önde gelen İslâmlaşmış öteki kültürlere oranla Türklük, İslâm medeniyetine daha fazla sinmiş, onunla 'hemhâl' olmuştur. Bu durum, özellikle, adı geçen kültürlerin, İslâmlaşmadan önce başlı başına birer medeniyet teşkîl etmiş olmalarından ileri geliyor olabilir.

Mezkûr medeniyetin çerçevesinden bir daha dönmemek üzre ayrılmış gözüken Türk kültürünün bundan böyle kimliğini yeni baştan inşâa etmesi, Türklüğün yaşamağa devâmı için elzemdir. Başka bir biçimde söylersek: Tekrar kalkış noktasındayız. Türklüğün kaderi, efsâne kahramanı Sisifosunkisine ne de benziyor! Sürüp sürüp sarp uçurumlardan aşırarak kan ter içerisinde tam zirveye ulaştırdık derken, bir de bakıyoruz koskoca kaya tekrar aşağılara yuvarlanıp gitmiyor mu! Haydi sil baştan! Bunca meşakkate yeniden katlan. İşte böylesi fecîi duruma Yunan tiyatrosunda 'tragedya' denmiştir. Umudun tümüyle tükenmesi demek olan 'tragedya', din olarak İslâm’ın topyekûn reddettiği bir ruh hâletidir.

Arap’la ve İran’la birlikte İslâm medeniyetinin üç yıldızından biri olmuş olan Türk kültürü, bundan böyle yıldızlık, hattâ gezegenlik şöyle dursun, ufak çapta bir uydu olabilirse, ne âlâ. Kültürün oluşturulmasını öyle bâsit bir olay sananlar, poturuyla dağdan henüz inenlerdir. Ne yazık ki epeydir kaderimize kısmetimize hâkim olan da onlardır. Ne kadar da ilgi çekicidir, Sultan III. Mustafa, perîşân hâlimizi iki yüz yıl önce görüp dörtlüğünü aslında bugünkü bizler için yazmış olmalı:

"Yıkılıptır bu cihân, sanma ki, bizde düzele
Devlet-i çerh-i denî verdi kamu müptezele
Şimdi ebvâb-ı saadette gezen hep hezele
İşimiz kaldı hemen merhamet-i lem yezele."[xliv]

26 sayılı dipnot: EK 1

Büyük yânî, düşünce, sanat-zanaat, siyâset, iktisât, savaşma hüneri ve nufusca yayılma bakımlarından tarihe adını sanını kazımış milletler birbirlerinden farklı bilinçlere sâhib olmuşlardır. Köküne kökenine. aslına esâsına, kuvvet kudretine, tâkatına ve tarih boyu temâyüz etmiş maddî ile manevî bellibaşlı özelliklerine, kısacası kendisine ilişkin bütün değerlendirmelerine o milletin bilinci diyoruz. Kimi milletler kendilerini kavim yahut ırk esâslarına bağlarlarken, kimileri de kendilerini dil birliğine, yahut daha geniş çerçevede alırsak, kültür ortaklığına oturtmuşlardır. Türklük ise, din-dil birliğine dayalı bir tarih bilinci geliştirmiştir.

Günümüzde coğrafî yayılma yönünden bu dilin değişik çeşitlerini (variantes), lehçelerini (dialecte), şiveleri (patois) ile ağızlarını (accent) güneyde: İran’ın güneyinden geçen 28’inci boylamdan, kuzeyde: Kuzey doğu Sibiryada’ki Yakutistan’dan geçen 74’üncü boylama, batıda: Makedonya’dan geçen 22’nci enlemden doğuda: Kamçatka yarımadası ile Sibirya’nın Kolima sıradağlarından geçen 161’inci enleme değin 10 000 km’den uzun bir kavis boyunca izleyebiliriz. Avrasya denilen yeryüzünün bu en geniş anakarasının hemen her yanına yayılmış Türkce konuşan (Turcophone) halkların tek bir milleti oluşturdukları söylenemez. Bununla birlikte, Türkçeyi anadil olarak kullanan Osmanlı, yânî günümüz Cumhuriyet Türkiyesi ile Balkan ve Kıbrıs Türklerinin, Azarbaycanlıların, Özbeklerin, Türkmenlerin, Kırgızların, Kazakların, Kırım ile Kazan Tatarlarının, dilden, dinden ve nihâyet tarihten gelen belirli bir milliyet duygusunu paylaştıkları öne sürülebilir.

Geçmişin derinliklerine uzandığımızda dahî, bu değişik toplumların ırkça ortak bir temele oturtulamayacaklarını anlarız. Nitekim M.S. 600’lerde kaleme alınmış Çin yıllıklarından Yenisey ırmağının yukarı çığırlarında yaşayıp Türkce konuşan Kırgızların[xlv] kuzeyli kavimler gibi, sarı yahut kızıl saçlı, yeşil gözlü, ak pak tenli olduklarını öğreniyoruz. Müteâkip yüzyıllar boyunca ise, asıl yurtlarından daha batıya, günümüz Kırgızıstan’ına kaymış Kırgızlar, Kalmuklarla uzun süre birarada yaşayarak çoğunlukla Moğol ırkının özelliklerini almışlardır. Yedinci ile Sekizinci yüzyıllardan kalma Çin heykelciklerinden de o devir Türklerinin, doğu Hint-Avrupalı İranlılara benzer (İranoïde)tipinde olduklarını görüyoruz. Dördüncü ile Beşinci yüzyıllarda doğu ile Orta Avrupayı ele geçirmiş Attila'nın Hunları ile onların dil vârisleri olan Islavöncesi Bulgarlardan tutun da Çuvaşlara dek uzayan bir dağılımda Türkçe konuşan birtakım toplumlar dahî, çoğunlukla 'En eski Türkler' (Prototurcs) gibi, Moğolumsu (Mongoloïde) tipindendiler.

Louis Bazin'in bütün bu açıklamalarından da Türklük deyiminin bir ırk birliğini dile getirmediği sonucuna ulaşabiliriz. O, daha önce de belirttiğimiz üzre, ilk elde bir dil ortaklığına işâret etmektedir. Bu dil ortaklığıysa, bir toplum-kültür gelenekleri birliğinin oluşmasına zemîn hazırlamıştır.Göçer-konarlıktan yerleşik düzene geçildikce söz konusu gelenekler, derinden derine değişikliklere uğramışlardır. Bununla berâber, başta göçebeler ile yarıgöçerler olmak üzre, bütün Türkce konuşan toplulukların arasında bunlar hâlâ dikkate değer bir geçerliliğe sâhip görünmektedirler.

Zikrettiğimiz geleneklerin bilinen tarihî kaynaklarına yöneldiğimizde, Louis Bazin'le berâber şu hususları tesbît edebiliriz:

Oymakların sıradüzenine (hiérarchie) oturtulmuş teşkilâtlanmayla ortaya çıkan en büyük oymakların ve nihâyet bunların arasından da en güclüsünün hâkimiyetine dayalı siyâsî birlik bahis konusu olup büyük oymaklar (tribus) küçüklere, onlar da boylar (clans) ile altboylara (sousclans) ve sonunda ataerkil ailelere ayrılırlar; zaman zaman vukûu bulan darbelerle işbaşına gelenler dışında, seleflerin erkek soyundan yeni oymakbeğleri, yaşca en büyük oğulların, yoksa, daha küçük olanlarm arasından, öbeğin ileri gelenlerince seçilirlerdi; toplum sıradüzeni, askerî olanla tam tamına uyuşmakta olup fetihler (conquètes) ile akıncılıklar (razzias), bu savaşçı toplulukların temel iktisâdî etkinliklerini oluştururlardı; her iki cinsiyet için de babayanlı (patrilinéaire) akrabalık geçerliydi; geçer olan 'dışevlilik' (exogamie) idi; erkeğin mensubu olduğu ailenin yahut oymağın dışından gelen yahut getirilen gelin ('gelen''gelin'), geldiği, getirildiği yahut getirtildiği öbekten kopardı; bununla birlikte, 'içeri'den evlenilecekse, bunun, dayı kızıyla olması yeğ tutulurdu; savaş tutsağı erkek ile kadın köleler, âzâd kılınıp toplumla kaynaştırılırlardı. Erkekler, askere alınır; kadınlar ise, ya zevce olurlardı ya da câriye kılınırlardı;

Yeniçağ Sibiryasında hâlâ rastgelinebilen 'Kamlığı' (Şamanlığı) birçok bakımdan andıran ve 'Kam' (Şaman) zümresine dayalı 'Canlıcı' (Animiste) bir halk dininin yanında, başta hükümdârları nasbeden, koruyup kollayan ulu Göktanrı, yânî 'Tengri' gelmek üzre, anne tanrıça 'Umay' ve daha başka yüce tanrıların yer aldıkları bir din de yürürlükteydi.

Yukarıya sıralanmış Türk toplum ile siyâset hayatının tarihî kaynak sayılabilecek hususlardan ileriki çağlarda özellikle Osmanlılar gibi nâm salmış cihângîr Türk devletleri nice uzaklaşmış gözükürlerse gözüksünler, bir ana eksen içten içe hep muhafaza olunmuştur. İlk bakışta önemli ölçülerde kılık değiştirmiş gelenekler ve bunlardan türemiş kurumlar ile en eski asıllar arasında benzerlik kurmak imkânsız gibi gözüküyorsa da, boyalar ile cilâ kazındıkca köke kökene inilebilir. Dikkatle incelendiğinde, Altıncı ile Onuncu yüzyıllar arasında kağanm 'Tengri'yle Sekizinci yüzyıl Orhon yazıtlarında belirtilen bağıntısı ne idiyse, Onüçüncüden Yirminci yüzyıla değin hükmetmiş Osmanlı sultan hanların Allah’a yönelik durumları da oydu. Ayrıca çağımızda, yine başta Anadolu’da, İran ile Türkistan’da yaşayan göçebe Türkmen, Kazak. Kırgız ve daha başka boylar gelmek üzre, yerleşik Türk halklarının âdet, alışkanlık ile görenekleri de, metinler ile öteki kaynaklardan tanıdığmız eski yânî Onuncu yüzyıldan, demekki genellikle Müslümanlıktan önceki Türklerinkilerini önemli ölçüde andırmaktadırlar.

Yukarıda dile getirilmiş konularla ilgili olarak bellibaşlı kaynak bilgiler için bkz: Louis Bazin: "Les Peuples Turcophones en Eurasie: Un Cas Majeur D'Expansion Ethnolinguïstique", 76., 77., 80.&8l.syflr.

27 sayılı dipnot: EK 2

Yeniçağın en büyük devletlerinden Osmanlı Devleti,[xlvi] adını, onu 1299’da ilân eden Osman Gâzî'den almıştır. Türk olan bu devletin kurucu unsuru, Anadolu ile Rumeli’ye yerleşerek öteki Türk boylarırıdan ayrılmıştır. Devletin kurucusu Osman Gâzî'nin atası Süleyman Şah'ın reisliğinde Maverâünnehr’den gelmiş olan Kayı boyu (yahut aşîreti) ilerideki cihân devletinin nüvesi olmuştur. Osmanlı Devleti, kurulduktan sonra, Müslüman olup Türkistan’dan gelen Oğuz’a mensup Türkmen oymakları ile boylarından, Anadolunun yerli ahâlîsinden ve çeşitli ümmet ile kavimlerin muhtedilerinden vücut bulmuştur. Osmanlı Türklerinin, Altay dillerinden birini kullanıp sîmâca Kafkas ırkından olmaları bu karışımdan ileri gelmektedir.

Osmanlı Devletinin kuruluşundan itibâren Osmanlılar, Türkistan’daki soydaşlarından ayrılmış olduklarından, asıl dilleri olan Çağataycadan uzaklaşmışlardır. Asya, Avrupa ile Afrika’nın en elverişli yörelerinde ve bu kıtalar arasında kilit hükmünde olan seçkin bir konumda bulunmaları, kuvvet ve satvetleriyle birara Eski Dünyanın en güclü devletlerine meydan okumuş olmaları, kendilerinden önceki bütün öteki Türk boylarından daha fazla önem kazanmaları sonucunu doğurmuştur. Ayrıca Arab ile İran irfânları tarafından etkilenmeleriyle de dünyanın en zarîf ve ifâde gücü yüksek dillerinden birini geliştirmişlerdir.

Osmanlı tebaası arasında fırsat ile hukuk karşısında nisbî bir eşitliğin kurulması, Türk, hattâ Müslüman olmayan tebaanın dahî Osmanlı diye anılmasına yol açmıştır. Bununla birlikte, Hırıstıyanlar, Osmanlı tâbiriyIe Türkler ile Müslümanları kasdetmişler, kendileriniyse çoğunlukla Osmanlı saymamışlardır.[xlvii]

KAYNAKLAR

Ana Kaynaklar

Çalışma boyunca atıf yapılmış bütün kaynakların tam künyesi

Abdullah Cevdet: "FÜNÛN VE FELSEFE"; Matbaa-i İctihâd. Istanbul (eski yazıyla).

Reşid Rahmeti Arat: "TÜRK MİLLETİNİN DİLİ", 131-141 syflr, "Türk Dünyası El Kitabı"nda; Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara, 1976.

Louis Bazin: "LES PEUPLES TURCOPHONES EN EURASIE: UN CAS

MAJEUR D'EXPANSION ETHNOLINGUISTIQUE", 75.-108.syflr, "Hérodote /Geographie des Langues"da, 42. sayı, Paris, juillet - septembre 1986.

Jean-Paul Borel: "INTRODUCCION A ORTEGA Y GASSET", Fransızcadan Ispanyolcaya terc: Laureano Pérez Latorre; Ediciones Gaudarrama, Madrid, 1969.

Ahmet Caferoğlu: "ESKİ UYGUR TÜRKÇESİ SÖZLÜĞÜ"; İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Yayımları, Istanbul, 1972.

Agop Dilâçar: "KUTADGUBİLİG İNCELEMESİ": T.D.K., Ankara, 1972.

Cem Dilçin: "YENİ TARAMA SÖZLÜGÜ/ Dizin"; T.D.K. Ankara, 1983.

Teoman Duralı: "BİYOLOJİ FELSEFESİ"; Akçağ, Ankara, 1992.

Rudolf Eisler:"KANT-LEXIKON/Nachschlagewerk zu Kants sämtlichen Schriften, Briefen und handschriftlichem Nachlass"; Georg-Olms, Hildesheim, 1964.

Abdülbâkî Gölpınarlı: "TÜRK TASAVVUF ŞİİRİ"; Milliyet Yayımları, Istanbul, 1972.

Hüsrev Hatemi: "YOZLAŞMADAN UZLAŞMAK": Dergâh, Istanbul; 1988

Johannes Hoffmeister: "WÖRTERBUCH DER PHILOSOPHISCHEN BEGRIFFE"; Verlag von Felix Meiner, Hamburg, 1955.

Ekrem Işın: "OSMANLI MODERNLEŞMESI ve POZİTİVİZM", 352-362. syflr, "Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi", II.cilt; İletişim, 1985.

Özkan İzgi: "UYGURLARIN SİYÂSÎ ve KÜLTÜREL TARİHİ /Hukuk Vesikalarına Göre"; Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayımları: 72, Ankara, 1987.

Immanuel Kant: "KRITIK DER PRAKTISCHEN VERNUNFT"; Philipp Reclam, Leipzig, 1878 (Gotik harflarla)

Immanuel Kant: "KRITIK DER REINEN VERNUNFT";Inselverlag, Leipzig, 1933.

Immanuel Kant: "KRITIK DER URTEILSKRAFT"; Philipp Reclam, Stuttgart, 1963.

Mehmet Kaplan: "TÜRK EDEBİYATI ÜZERİNDE ARAŞTIRMALAR: TİP TAHLÎLLERİ"; Dergâh, Istanbul, 1985

Kaşgarlı Mahmut: "DİVÂN-I LUGAT-İT-TÜRK/ Dizin", IV.cilt, Besim Atalay tercümesi; T.D.K. Ankara, 1986.

Nihat Keklik: "FELSEFENİN İLKELERİ"; İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Yayımları: 3484, Istanbul, 1987.

"KUR'ÂN-I KERÎM", İsmâîl Hakkı İzmirli tercümesi; Millî Matbaa Istanbul, 1927 (eski yazıyla).

José Ortega y Gasset: "OBRAS COMPLETAS", V.cilt; Publicaciones de la Revista de Occidente, Madrid, 1946.

Mehmet Zeki Pakalın: "OSMANLI TARİH DEYİMLERİ ve TERİMLERİ SÖZLÜĞÜ", II. cilt; Millî Eğitim Basımevi, Istanbul, 1983.

Manilal Patel: "GAUTAMA BUDDHA VE AYDINLANMIŞ DÜNYA ÖĞRETMENİ", IV. cilt, 2. sayı, 68 - 87.syflr, "Felsefe Arkivi"nde, Istanbul. 1959.

"THE PENGUIN CONCISE COLUMB1A ENCYCLOPEDIA"; Penguin, Harmodsworth, Middlesex, 1987.

Jean-Paul Roux: "HISTOIRE DES TURCS"; Fayard, Paris, 1984.

Jean-Paul Roux: "LA RELIGION DES TURCS ET DES MONGOLS"; Payot, Paris. 1984.

Şemseddîn Sâmî: "KÂMUS-I TÜRKÎ"; İkdâm Matbaası, Istanbul. 1899 (eski yazıyla).

Ahmet Hamdi Tanpınar: "BÜTÜN ŞİİRLERİ", hazırlayan: İnci Enginün; Dergâh, Istanbul, III. baskı: 1989.

Şinasi Tekin: "BURKANCI UYGURLARDA SEKİZ TÜRLÜ ŞUUR ÜZERİNE BİR DENEME", 14. sayı, "Felsefe Arkivi"nde, 97.-107.syflr, Istanbul, 1963.

Şinasi Tekin: "ESKİ TÜRKCE", 142.-192.syflr, "Türk Dünyası El Kitabı"nda.

Vapşı Bakşı: "HSİN TÖZİN OKIDTACI NOM", 13-150 syflr, "Buddhistische Uigurica aus der Yuan-Zeit"de, Uygur Türkcesinden Almancaya tercüme eden, metinleri tertipleyip açıklamalarda bulunan: Şinasi Tekin; Akademiai Kiado (Bibliotheca Orientalis Hungarica XXVII), Budapeşte, 1980.

Natalie Waterson: "UZBEK-ENGLISH DICTIONARY"; Oxford University Press, Oxford, 1980 (Kiril harflarıyla).

Yunus Emre: "ŞİİRLER", Burhan Toprak: "YUNUS EMRE DİVÂNI"; İnkılâp Kitabevi. Istanbul, IV. baskı: 1966.

Yardımcı Kaynaklar

Çalışma boyunca atıfta bulunulmamış olmakla birlikte, dolaylı olarak yararlanılmış eserlerin dökümü

Ali Kemâl Belviranlı: "OSMANLICA İMLÂ LUGATI"; Nedve, Istanbul 1980.

Ferit DEVELİOĞLU: "OSMANLICA-TÜRKCE ANSİKLOPEDİK LUGAT"; Doğuş, Ankara, 1980.

Sir James W. Redhouse: "A TURKISH and ENGLISH LEXICON", Yeni baskı: Librairie du Liban, Beyrut, 1987.



[i] Ahmet Hamdi Tanpınar'ın, bu dörtlüğüyle, uzun uzadıya açıklamalar ile tariflerin beceremeyeceğince bilgeliğin aslını, esasını açık, seçik ve özlü bir biçimde ortaya koyduğu görülüyor Bkz: Ahmet Hamdi Tanpınar: "Bütün Şiirleri", baskıya hazırlayan: İnci Enginün, 19.s.

[ii] Teoman Duralı: "Felsefe", sayfalar: 21-25.

[iii] Bkz: JeanPaul Roux: "La Religion des Turcs et des Mongols", 21. ile 22. sayfalar.

[iv] Bkz: Jean-Paul Roux: a.g.e., 23.s.

[v] Bkz: Teoman Duralı: "Felsefe-Bilime Giriş/ Çıkışı, Gelişmesi, Anlamca Sınırları", 83.s.

[vi] Bkz: Jean-Paul Roux: A.g.e., 24.s. 'İrfân'(Y gmosis), derin ve üstün biliş, hakîkata vâkıf olma, sezgi ve ilimle ortaya çıkan kemâl ve okumuşluk (İng erudition, learning) hâli anlamlarına gelir _Bkz: Şemseddîn Sâmî: "Kâmûs-u Türkî", 933.s (eski yazıyla).

[vii] Jean-Paul Roux'ya göre, savaş olmasa, Türklük de olmazdı _Bkz: Jean-Paul Roux: "Histoire des Turcs", 29.s. Savaşcılık, Türkleri Büyük Okyanustan Atlas Okyanusuna, Kuzey Buz Denizinden Akdeniz ile Hind Okyanusuna dek sürüklemiş olup sonuçta bu hâl, yine Roux'ya bakarsak, Türk tarihinin, Eski dünyanınkisiyle çakışmasına yol açmıştır _Bkz: Jean-Paul Roux: a.g.e., 16.s.

[viii] Bkz: Agop Dilâçar: "Kutadgubilig İncelemesi", 38.s.

[ix] Şinasi Tekin: "Eski Türkce", 148.&149.syflr, "Türk Dünyası El Kitbı"nda.

[x] Bkz: Şinasi Tekin: a.g.e., 143.s.

[xi] Bkz: Şinasi Tekin: a.g.e., 150.s.

[xii] Bkz: Özkan İzgi: "Uygurların Siyâsî ve Kültürel Tarihi/Hukuk Vesikâlarına göre", 41.s.

[xiii] Vapşı Bakşı'nın izhâr ettiği öğretiyi Onüçüncü yüzyılda Çisuya Tutung'un da yazıya geçirdiği "Hsin (Çinceden; okunuşu: Şin) Tözin Okıdtacı Nom" ("Gönlün Aslını Öğreten Tasavvur" (yahut Metin yahut da Kitap) başlıklı metni, Şinasi Tekin, Uygur Türkcesinden Almancaya tercüme etmiştir ("Buddhistische Uigurika aus der Yüan-Zeit"). Vapşı Bakşı'nın yukarıda zikrolunan bellibaşlı düşüncelerinin özü özeti adı anılan metinden hareketle çıkarılmıştır. Mezkûr metinle tanışmamızı sağlayıp onu şerhederken yardımlarını bizden esirgememiş olan Profesör Dr Sayın Osman Fikri Sertkaya'ya bu münâsebetle teşekkürü borç biliyoruz.

[xiv] Yunus Emre: "Şiirler"(XCIX) _Bkz: Burhan Toprak: "Yunus Emre Divânı". Burada adı geçen kaynağı bize temîn eden Profesör Dr. Sayın Abdullah Uçman beğe teşekkürü borç biliyoruz.

[xv] Bu hâle tasavvufta 'seyretme' yahut 'müşâhede' (Fr contemplation) denmiştir.

[xvi] Vapşı Bakşı: "Hsin Tözin Okıdtacı Nom", 50.s: Üçüncü satır, 55.-57.syflr: Beşinci satır, 60., 65.&70.syflr: Altıncı satır, 75.s: Yedinci satır Almancadan Türkceye tarafımızdan tercüme edilmiştir.

[xvii]Yunancadaki 'nomos', Soğdakcadan (yahut Soğutcadan) Uygur Türkcesine'nom', Arapca üzerinden de Osmanlı Türkcesine 'namus' şeklinde geçmiştir_Bkz: Ahmet Caferoğlu: "Eski Uygur Türkcesi Sözlüğü", 137.s; ayrıca bkz: Şemseddîn Sâmî: "Kâmûs-ı Türkî", 1402.s (eski yazıyla).

[xviii] Bkz: Mehmet Kaplan: "Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmaları: Tip Tahlîlleri", 6.s.

[xix] Abdullah Cevdet: "Fünûn ve Felsefe", 48.s (eski yazıyla).

[xx] "Kur'ân-ı Kerîm", Bakara Suresi, 270. Âyet-i Kerîme, İsmâîl Hakkı İzmirli tercümesi, 97.s (eski yazıyla).

[xxi] Abdullah Cevdet: a.g.e., 47.s.

[xxii] El ele, gönül gönle vererek gösterdikleri ortak çabalardan dolayı 'gâzî' ile 'velî'yi yahut 'alp' ile 'eren'i, üstâd Abdülbâkî Gölpınarlı, 'alperenler' şeklinde deyimlendirmiştir_Bkz: Abdülbâkî Gölpınarlı: "Türk Tasavvuf Şiiri", xııı.s.

[xxiii] Bkz: Kaşgarlı Mahmut: "Divân-ı Luğat-it-Türk", Altıncı cilt, 92.&257.syflr.

[xxiv] Bkz: Kaşgarlı Mahmut: Aynı yer.

[xxv] Hikmet binâsı deymi için bkz: Nihat Keklik: "Felsefenin İlkeleri", 51.&57.syflr.

[xxvi] Bkz: Reşit Rahmeti Arat: "Türk Milletinin Dili", 140s; ayrıca EK 1e bkz.

[xxvii] EK 2ye bkz.

[xxviii] Bkz: Ekrem Işın: "Osmanlı Modernleşmesi ve Pozitivism", 358.s, "Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi"nden.

[xxix] Bkz: Ekrem Işın: Aynı yer.

[xxx] 'Ümmet' teriminin anlam sınırlarını genişletip kendilerine vucut veren kültürlerin kendilerini açıkca göstermediği, henüz belirmediği medeniyetlere 'ümmet' dersek, bu durumda, İlkçağ Çinli, Hintli, İranlı, Türkistanlı v.s. bilgeler ile Eskiçağ Egeli filosof-bilginleri dahî 'Ümmet' çerçevesinde mütâlea etmemiz gerekir.

[xxxi] Bkz: Johannes Hoffmeister: "Wörterbuch der philosophischen Begriffe", 661.s.

[xxxii] Bkz: Johannes Hoffmeister: Aynı yer.

[xxxiii] Kant, "... doğa yasalarının nedenselliği pekâlâ doğanın mekanismi biçiminde nitelendirilebilinir" görüşündedir. "... Maddî otomat (Automaton materiale) tarzında yürüyen işleyişlerin konu alınmasından doğa yasaları geliştirilmiştir... Zaman sırasınca cereyân eden olaylar (Erscheinungen) doğal zorunluluğa tâbî görülürler. Bu olayların zamandan bağımsız olarak 'kendinde şey' (Ding an sich selbst) olan özleri (Wesen) itibâriyle alınmaları hürlüktür..."
_"Kritik der praktischen Vernunft", Birinci kısım, Birinci kitap, Üçüncü anabölüm (Gotik harflarla);
ayrıca bkz: Rudolf Eisler: "Kant-Lexikon/Nachschlagewerk zu Kants sämtlichen Schriften, Briefen und handschriftlichen Nachlass", 348.s.
"Doğa olaylarına mekanistik açıklama tarzıyla yaklaşma gereğinin hiçbir haddi yoktur. Şu var ki, zihnimizin bünyesi gereği, şeyleri doğal gâyeler biçiminde ele almak istidâdındayız... Bundan dolayı doğal olayları teleoloji ilkesi doğrultusunda yargılarız... Bunu da özellikle insan ile canlı olaylarına uygularız..."
_ "Kritik der Urteilskraft", İkinci kısım: "Kritik der teleologischen Urteilskraft", 407.&408. syflr, 366., 367.&368. satırlar (tercüme tarafımızdan yapılmıştır).

[xxxiv] Kant: "Bilgi ile inanc arasındaki çelişki yahut çatışma yoktur. Çünkü bilginin alanı, tecrübe edilebilir görünümler dünyasıyla ilgiliyken; inancınkisi, tecrübeler ile biçimlerinkinin ötelerine uzanır... İnançlara yer açmakçin bilgiyi ibtâl etmem gerekir..."
_ "Kritik der reinen Vernunft", "Vorrede zur zweiten Auflage".
"Salt dinî inanç, tereddüd etmeksizin, şüphe duymaksızın herkesin katıldığı mutlak akıl inancıdır. Buna karşılık, zaman ile mekân şartlarıyla sınırlı inandırıcılık imkânıyla çerçeveli haberler ölçüsünde yalınkat vakalara dayanan tarihî inanç, etkilidir
_ "Die Religion innerhalb der Grenzen der bloßen Vernunft", Üçüncü kısım, Birinci bölüm, V (IV 117 - 122;
ayrıca bkz: Rudolf Eisler: "Kant-Lexikon", 208.s.
José Ortega y Gasset, dış dünyadan algıladıklarımızın (se nos ocurren), aklımızın (razon) ürettiği inançlarla (creencias) kaynaşmasından bilgilerimizin esâsı (conocimientos basicos) olan fikirlerin (ideas) meydana geldiğini savunmuştur. Bu kaynaşmaysa, kendiliğinden oluşmayıp incelmiş ve mükemmelleşmiş bir biçimsel mantık silsîlesi demekolan akılyürütme (razonamiento) sonucudur"
_Bkz: José Ortega y Gasset: "Obras Completas", Beşinci cilt, 379.s;
ayrıca bkz: Jean-Paul Borel:"Introduction a Ortega y Gasset", 240.s (tercümeler tarafımdan yapılmıştır).

[xxxv] 'Kaçan', günümüz Türkiye Türkcesi dışında öteki Türk dilleri ile lehçelerinde 'ne zaman', 'ne zaman ki', 'her ne zaman', 'vakta ki', 'ne surette olursa olsun' anlamlarını taşır
Bkz: Ahmet Caferoğlu: "Eski Uygur Türkcesi Sözlüğü", 160.s;
ayrıca bkz: Cem Dilçin: "Yeni Tarama Sözlüğü/Dizin", 121.s;
ayrıca bkz: Natalie Waterson: "Uzbek - English Dictionary", 162.syflr.

[xxxvi] Bkz: Teoman Duralı: "Etkileşim, İletişim, Bildirişim", 144.-156.syflr, "Biyoloji Felsefesi"nde.

[xxxvii] Meta: 'Dış', 'öte', 'aşkın'; fizik (füzis) 'Doğa'.

[xxxviii] Buna göre tekmil insan etkinlikleri (activitéleri) 'fikrî'dirler (idéeldirler). 'Fikr'in, Eflâtuncu anlamdaki ideanın değil, 'idéenin mütekâbilidir.

[xxxix] Bundan dolayı günümüzde kurulması kaçınılmazlaşan felsefe-bilim sistemiçin anaörnek ile hareket mevkii Kantınkisidir.

[xl] Tuncer Baykara: "Osmanlı tarihinde, özellikle Ondokuzuncu yüzyılın oluşumlarında 1626 tarihinin büyük ehemmiyeti vardır. Bu tarihte civilisation, Osmanlıya, doğrudan doğruya Türklerin arasında yayılmak suretiyle değil de, Peradan aksettiği biçimiyle intikâl etmiştir" _ "Bir Kelime, Istılâh ve Zihniyet olarak Medeniyetin Türkiyeye Girişi", 5.s, "Hareket"ten,3.-13.syflr.

[xli] Ziyâ Gökalp ile Hilmi Ziyâ Ülken dahî, haddizâtında sözün teknik anlamında filosof-bilimadamı değildirler. Yine de, saydığımız diğerlerine oranla, yazdıklarına bakarak, bu sana en fazla yaklaşmış görünmektedirler.

[xlii] 'İlim' ile 'bilim' arasındaki anlam farkları için bkz: Teoman Duralı: "Biyoloji Felsefesi", Dördüncü bölüm: "Rastlantı ile Zorunluluk Açısından Canlılar Bilimi", Dördüncü altbölüm: "İlim ile Bilim", 144.-158.syflr.

[xliii] İslâm medeniyeti, İslâm dininden neşet etmiş olmakla birlikte, ikisi bir ve aynı olay değildir. Filhakîka, tarihte birçok gayrımüslim toplum, İslâm medeniyetinin öngördüğü hayat tarzını benimsemiştir. Buna karşılık, istisnâî dahî olsa, Müslüman olup da başka medeniyet yahut kültür çevrelerinde yaşamağa devâm etmiş kimi toplumlarla karşılaşmıyor değiliz. Çinli Müslüman 'Hui'ler ile birtakım Afrikalı boylar, bu bildirdiğimizin delîli olabilirler.

[xliv] "Bu dünya yıkılmıştır.
Sâdece bizim düzeleceğimizi sanma.
Aşağılık felek, devleti âdîlerin eline bıraktı.
İşimiz, Allahın merhâmetine kaldı"

_Bkz: Hüsrev Hatemî: "Yozlaşmadan Uzlaşmak", 129.& 130.syflr.

[xlv] 'İkiz' gibi, 'kırk/ız', yânî 'kırklı', 'kırkar' olan.

[xlvi] Bkz: "The Penguin Concise Columbia Encyclopedia", 632.s.

[xlvii] Bkz: Mehmet Zeki Pakalın: "Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü", İkinci cilt, 738.s.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder